Tuesday 26 January 2016

İstria, Hırvatistan


Yeni yılın ikinci günü öğlen saatlerinde Zagreb`ten (Zagreb yazısı için: buraya) kiraladığımız arabayla Istria yarımadasına doğru yola koyulduk. Hava kapalı, yağmurlu. İstikametimiz, Rovinj şehri, çünkü Airbnb`den ayarladığımız ev orada. Sorunsuz bir şekilde 3 saatte Rovinj`e vardık. Yolda iki kere otobana girdik, iki kere ayrı otoban parası verdik, ilk sefer 70 kuna, ikinci sefer 41 kuna yani toplam 15 Euro. Otobanlar pahalı geldi bize, ama google otobansız yol alternatifini 3 saat yerine 5 saat önerince ve yağış olunca, diğer yolu pek bir seçenek olarak düşünmedik.

Istria, Hırvatistan`ın kuzeybatısında kalan kalp şeklinde bir yarımada. Bölge ilk yüzyıllarda Romaların, sonrasında sırayla Venedik cumhuriyetinin, Habsburg monarşisinin, kısa bir süre Napolyon`un yönetimindeymiş. Birinci Dünya savaşından sonra İtalya`ya verilmiş, İkinci Dünya savaşında Yugoslavya`ya dahil olmuş ve Yugoslavya`nın dağılmasıyla Hırvatistan`ın topraklarına katılmış. Bu yarımada halkını Hırvatlar, İtalyanlar, Sırplar, Boşnaklar ve Arnavutlar oluşturuyormuş. İkinci en çok konuşulan anadil de, İtalyanca. Bu bölge, deniz turizmi açısından, Hırvatistan`ın gözde bölgelerindenmiş. Hatta okuduğum kadarıyla, bu bölgede türkiye`de ki yokedici turizm anlayışından payına düşeni almış. Bazı koyları, şehirleri otel yığınlarıyla doluymuş. Yani yazın, pek de çekilmez bir yer olabilir gibi geldi bana. Ama biz Ocak ayında gittiğimiz için, baya (biraz fazla) sakındı ve çok seyrek insanla karşılaştık :)

Eve yerleştik. İlk farkettiğimiz şeylerden biri evde internetin hemen hemen hiçbir yerde çekmemesiydi ve evin soğuk olmasıydı. Elektrikli radyatörleri sonuna kadar açıp, Rovinj şehir merkezine yollandık. Hava kararmıştı, şehri biraz turladık ama yağmur yağdığından ve hava bayağı soğuk olduğundan, biraz dolanıp marketten yemeklik bir şeyler alıp, eve döndük. Karnımızı Murat usülü spagettiyle ve Istria şarabıyla güzelce doyurduk, sonra da Murat`la Setenay`a batak oyununu öğrettik :)

PULA
Soğuk bir gecenin ardından, kahvaltımızı yapıp Istria`nın en büyük şehri olan Pula`ya doğru yola koyulduk. Pula aynı zamanda bir liman kenti ve iki bin senedir ayakta durmayı başaran amfi tiyatrosuyla meşhur. Ziyaret öğrenci kişi başı 25 kuna. Hava hala kapalı, ara ara yağışlı. Murat diyor ki, `totem yaptım, hava açacak`, hadi bakalım..



Arenanın büyüsüne kapılmış ve gaza gelmiş insanlar :)



Güneş yavaştan yüzünü mü gösteriyor ne, yoksa hava açacak mı ki?



İç kısımda da açık sergi var. 1) Türkiye`den tanıdık olduğumuz amforalar. Amforalarla ilgili bilmediğim bir şey öğrendim, alt üçünün sivri olmasının nedeni kuma kolayca gömülebilmesi ve kolayca ayakla devrilmeden durabilmesi içinmiş. 2) Bölge eski zamanlarda zeytin ve zeytinyağı üretim merkeziymiş. Aşağıda zeytin ezme sistemi. 3) Eski zaman haritası:



Türkiye`deki meydanlardan alışkın olduğumuz kahramanlık heykelleri ve Tito büstü:



Pula`dan sokak manzaraları





Meydanda buluyoruz kendimizi. Totem tuttu, güneş açtı :)




Meydandaki Roma ve Augustus tapınağı. Güneş de vurdu ki üzerine, görüntüsüne doyum olmuyor.



Selfie`siz olmaz.




Güneş-gölge-tapınak oyunları..



Güneş de açtı ki, keyfimiz yerinde. Kaleye doğru yürümüye başlıyoruz. Ufak bi tırmanistan sonra kaledeyiz. Sağolsun, kapıdaki görevli de, sadece manzaraya bakıp çıkıcaz deyince bilet kesmedi bize :) Manzara muhteşem, hatta muhteşem ötesi. Kuzeye doğru bakınca önümüzde sanki alelade bir binaymış gibi şehrin gerisiyle bütünleşmiş amfi tiyatro.




Batıda deniz ve liman..




Şehrin güney tarafı. Bu tarafta devam etmekte olan bir kazı alanı var. Manzaraya doyduktan sonra, burdan aşağıya, şehir pazarına doğru iniyoruz.




Şehir kapısı


Hafta içi çok canlı olduğu söylenen, ama günlerden pazar olduğundan kalabalığın yerini sokak kedilerinin doldurduğu pazar yeri.



Üniversite binası. Böyle üniversiteye can kurban :)



İrlanda`li yazar James Joyce bir süre burada yaşamış.



Güneş yavaştan gidiyor, hava soğuyor. Meydandaki bir kunstcafeye giriyoruz. Kafenin içi çok güzel. Cam kenaındaki bir masaya yerleşiyoruz. Yavaş yavaş etrafımızdaki tasarım eşyalarını farkederek içeceklerimizi içiyoruz.



Oturduğumuz masa ve manzarası.


En şimdiye kadar içtiğim belki de en güzel sıcak çikolatayı içiyorum. Sıcak çikolatanın tadı damağımda, güzel şehir Pula`yı geride bırakıp, önce bi eve uğrayıp, sonra yemek yemek üzere bir yer bulmak için evden ayrılıyoruz. O kadar deniz kenarına gelmişken, deniz ürünleri, balıklar yiyeşimiz var. Ev sahibimiz kadının tavsiye ettiği iki restoran var. Birisi, şehir merkezinde önceki günden gözümüze ilişen Kantinon isimli restoran, diğeri de Orca isimli başka bir restoran (http://www.orca-rovinj.com/en/). Plan önce, Orca`nın ortamına ve menüsüne göz atıp, beğenirsek oturmak, yoksa Kantinon`a gitmek.

Kısa bir süre sonra Orca`ya varıyoruz. Menüsündeki fiyatları da, mekanı da, yemeklerin görünümünü de beğenip, şömine basındaki masaya oturmaya karar veriyoruz. Ne istesek, neyi denesek diye bir süre istişare ettikten sonra, siparişlerimizi veriyoruz. Ve yemekler geliyorrr! Bakmaktan yiyemiyoruz diyicem ama öyle olmadı tabi ki :D



Balıklardan önce, balık çorbası ve asurenin tuzlu hali olan geleneksel bir Hırvat çorbası (İstarska maneštra) içtik. Minik salata tabağında değişik salatalar.. Sonra gelsin balıklar. İki kişilik balık tabağı istedik. Porsiyonu bayağı büyüktü ki, 4 kişiye yetti. Sunuş da göz doldurdu hani..




Çok güzel bir yemek yedik, güzel yemekten mutlu olan insanlarız, baya mutluyuz yani :) Bu mutlulukla, eve dönmeden Rovinj`e uğruyoruz. Şehre kuzeyden giriyoruz. Giriyoruz dediğim, şehir merkezine araba giremiyor, yerel halka da kartlı otopark sistemi yapmışlar. Arabamızı parkedip, Rovinj`in gece halini keşfe başladık, büsefer yağmursuz bir havada. Gezdikçe, dolandıkça burayı kesin gündüz gözü görmeliyiz diyoruz ve sonraki gün sabah erken hareket edip, Zagreb`e dönüş yoluna düşmeden Rovinj`e tekrar uğramaya karar veriyoruz.

ROVINJ


Sabah çıkışımızı yapıyoruz. Soluğu Rovinj`de alıyoruz, aklımızda kaldı geceden. Gece dolandığımız sokakları bi de gün ışığında katediyoruz. Rovinj, çok şirin küçük bir sahil şehri. Daracık arnavut kaldırımlı sokaklar birbiri içine geçmiş, bir sokağı diğerine minik merdivenler bağlıyor. Denizin dibinden başlayan, bakımsız kalmış evleri, evlerin arasından denize inen merdivenlerle biten sokakları..




Sokaklarda dolanırken denk geldiğimiz bir taş ev. Yarım adanın tam ucunda, denizin nerdeyse içinde. Kaş`taki dünyanın en güzel evinden sonra burayı da dünyanın ikinci en güzel evi olarak ilan ettim.



Beyaz kuleli kilisenin ici.



20 kunaya beyaz kuleye çıkış çıkılabiliyor. Aramızdan çıkmaya hevesli olan bi Güven`di. Biz Güven`i aşağıda beklerken o kuleye tırmandı. Aradan kısa bi zaman geçmişti ki, Güven sürati bembeyaz olmuş halde kuleden döndü. Kuleye çıkan merdiven, araları boşluklu, pek de güven vermeyen tahta basamaklardan oluşuyormuş. Çıkarken Güven`in yükseklik korkusu nüksetmiş, bi de üstüne rüzgar girince. Keşke bende onunla çıksaydım diye düşündüm.



Yine de manzara fotoğrafı çekmeyi başarmış :)



Soldaki kapının her iki tarafında farklı düşmanların kafası var, bir tarafta Venedikli diğer tarafta Osmanlı. Yağmur yüzünden sağa sola sığınarak fotoğraf çekinebiliyoruz.




Denize nazır son bi kahve içip yola koyulduk. Deniz havasını iyice içimize çekmeye çalıştık ki, aylarca yetsin bize :)



Denizden sonra yolda bizi bekleyen sürpriz!



2016 Ocak, Gülşah & Güven & Setenay & Murat

Monday 25 January 2016

Bir zamanlar `Güney Polonya`

Bu gezinin üstünden nerdeyse iki yıl geçti. Ama çok güzel bir gezi olduğundan buraya eklemek istiyorum. Yaprak ve Semih`le 2014 yılının Haziran ayında Güney Polonya`ya doğru 3 günlük arabalı bir gezi planladık. Haritada işaretlediğim gibi, ilk istikamet Wroclaw şehriydi. Wroclaw`da bir gün kalıp, Krakov tarafına geçtik. Krakov tarafında ziyaret etmek istediğimiz Auschwitz Yahudi toplama kampı ve zamanımız olursa, Wieliczka tuz madeni idi. Üzerinden epeyce bir zaman geçtiğinden, ancak hatırladığım kadarını aktarabileceğim. O yüzden, bol resimli, az yazılı bir yazı olabilir.



Arabamızı Sixt`ten teslim alıp yola koyulduk. Çek cumhuriyetine girince yol kenarındaki market gibi yerden otoban bileti aldık. Burda sistem biraz farklı, bileti alıp camına koyuyosun, kontrol olursa biletin olması gerekiyor. Çek`ten geçip Polonya sınırlarına giriş yaptık, birkaç saat sonra da Wroclaw`a vardık. Kaldığımız yer www.booking.com`dan ayarladığımız `WenderEDU Business Center` diye, yurt gibi ama temiz ve nezih bir konaklama yeriydi. Otoparkına arabayı bırakıp, Wroclaw şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Şimdiye kadar belirtmedim sanırım, booking.com kalma yeri ayarlamak için en sık kullandığımız websitesi, çoğu yerde ücretsiz rezervasyon yapılabiliyor.



WROKLAW
Kapısını açık bulduğumuz ulusal müzeye bir göz atalım diye giriveriyoruz (http://www.en.mnwr.art.pl/).Güzel bir müzeydi, klasik kısmında Hristiyanlıkla ilgili bolca eser vardı.






Çıktığımızda, güneş hala pırıldıyordu dışarda.




Yaprak`la zıplama denemelerimiz :)






 Tarihi pazar yeri




Alışkın olduğumuz bir manzara, üstü kilitlerle kaplanmış bir köprü. Ama dikkatimizi çeken, yüzlerimizde gülümsemeye neden olan kazınmış `diren gezi` yazısını görmek oluyor :)



Meydandayız, güneş yavaştan kayboluyor.





Şehirle ilgili farkettiğimiz bir ayrıntı, heryerde free wifi olmasıydı. Sonrada, bunun sadece Wroclaw`a özgü olmadığını, Krakov`da da durumun benzer olduğunu farkettik.

Acıktık. Yerel yemeklerden yiyip, birasından tadasımız var. Bu isteğimize uygun gelen bir yere oturduk.



Biz bahçesinde oturduk ama iç mekanın duvarlarında ilginç öğeler gözlemledik. Robotnicy '80 (Workers `80), 1980 Ağustos`undaki `solidarity` adındaki sendika hareketini ve bu hareket sonucunda Polonya işçilerinin kazandığı haklarla ve iş koşulların iyileştirilmesiyle ilgili bir belgesel filmmiş.



Filmi merak edenler için, aşağıya ekledim. Maalesef, altyazı bulamadım ama Lehçe anlayan varsa da altyazı yerleştirirse ne kadar da güzel olur :)



Bu mekanla ilgili hatırladım başka bir ilginç ayrıntı da, tuvalete giderken gözüme ilişen gizli oda. Odanın girişi dolap kapağındandı, ama odanın içi normal genişlikteydi. Eskiden o oda da neler yaşandı acaba diye düşünmeden edemediğimi hatırlıyorum. Bu kadar çok şey hatırladığım ve yazabildiğim restoranın maalesef adını hatırlamıyorum :( Meydanda ve şehirde biraz daha turlayıp, odalarımıza gidiyoruz.



Sabah kahvaltımızı edip, önce Centennial Hall (Hala Stülecia)`e uğrayıp sonra Auschwitz`e doğru yola çıktık. Burası şehir Almanya imparatorluğuna aitken, sergi, konser, tiyatro, opera etkinlikleri için inşa edilmiş. Güven, sıcaktan sus havuzuna ayaklarını soktuğu için güvenlikçiler tarafından uyarılmadan hemen önce objektiflerimizi böyle takıldı :)




Auschwitz Yahudi toplama kampına vardık. Rehberin anlattıkları sayesinde, insanın içinin kaldıramadığı uygulamaları, deneyleri öğrendik. Bir insanın başka bir insana, yaptıklarının sorumluluğu başkasına atarak ve kendinde bir suç görmeyerek neler yapabileceğine şahit olduk. Buradaki geçirdiğimiz bir kaç saat zor geçti. Çıktığımızda, kötüydük. Ama görmemiz gereken, öğrenmemiz gereken şeyler öğrendik. Her insanın gidip ziyaret etmesi gereken yerlerden toplama kampları. Buradan bu yazıya ekleyeceğim tek fotoğraf, kampın ana giriş kapısı ve üstünde demir harflerle yazan meşhur söz: `ARBEİT MACHT FREİ`. Bu kadar doğru bir söz, ama ne kadar yanlış bir yerde..




KRAKOV
Krakov yolunda yavaştan kendimize geldik. Şehire varınca hemen odalarımıza yerleşip, hem karnımızı doyurmak hem de şehri görmek için oyalanmadan çıktık. Bizim farkettiğimiz kadarıyla, Krakov`da çok büyük bir park problemi var. Park edicek yer bulamadığımız için arabayı otoparka bıraktık, tam ne kadardı hatırlamıyorum ama az olmayan bir miktar Polonya zloty`mizin otopark görevlilerine gittiğini hatırlıyorum.






Tripadvisor`dan bulduğumuz ama adını yine hatırlayamadığım bir restorantta tıka basa yedik, porsiyonlar dolu doluydu, biraya ve ete doyduk :)




Sabah kısaca tekrar turladık Krakov`u. Kalenin ordayız, Wawel Katedrali, dragon derisine benzetilen altın kubbeli şapel (zaten Krakov da ejderhasıyla ünlü) ve Wavel kalesi.




Krakov`u yeterince gezemediğimize hayıflanarak, ama Wieliczka tuz madenini de dönüş yolunda gezmek istediğimizden, Krakov gezimizi bitirdik.


Wieliczka Tuz Madeni
Wieliczka tuz madeni eskiden (ve hala) çok önemli bir mineralmış. Tüzün eskiden neden bu kadar önemli olduğunu anlamak zor değil. Eski zamanlarda, gıdaları uzun süre saklayabilmenin tek yolu tuzlama denilen yöntemdi. Üretimi zor ve sınırlı olduğundan, uzun süre değerini korumuş tuz. Bu maden, 13. yüzyıldan beri işleyen dünyanın en eski madenlerinden biri olmasının yanı sıra, Polonya kültüründe de ayrı yeri varmış. 2007 yılına kadar çalışıyormuş ve 30 seneden fazladır UNESCO listesindeymiş.

Polonyalı`ysan 55 zloty olan bileti, turist olduğumuz için 84 zloty`ye alıp, İngilizce tura katılıp madene girdik. Madenin içi serin, dışarının sıcağından girince bi rahatlatıyor. Ama madenin derinliklerine indikçe rahatlık hissi yerini üşümeye bıraktı. Madenin girişi ve bu merdivenleri geri çıkacak mıyız acaba diye düşündüren merdivenler. Madenin derinliği 327 metre, uzunluğu 287 kilometreymiş.



Çevremiz tuz kaplı duvarlar ve tuzdan yapılmış heykellerle sarılı.




St. Kınga's Şapel`i.. Herşeyin tuzdan yapıldığına inanmak çok zor.








Polonya sosyetesinin evlenmek için gözdesi olmuş olan salon ve turun sonunda bizi yeryüzüne çıkaran asansör.

Tuz madeninden etkilenmiş bir şekilde ayrıldık. Bu madenden sonra Hallstadt`ta ziyaret ettiğimiz maden (Hallstadt yazısı için: buraya) pek de etkileyici gelmedi, verdiğimiz paraya acıdık açıkçası.

Dolu dolu geçen iki günün ardından, yorgun bir şekilde Semih kaptan sayesinde sağ salim Viyana`ya döndük.

2014 Haziran, Gülşah & Güven & Yaprak & Semih