Monday 12 December 2016

Ev yapımı kozmetik

                           

Gecenlerde denk gelip de okudugum şöyle bir blog yazısı vardı, kozmetik ürünlerini evde yapmak ile ilgili. Çok kolay göründüler gözüme, ben de bikaç bişey deneyeyim dedim. Türkiye`deyken bir aktarlardan, ufak bir parça balmumu, hindistan cevizi yağı, bir kaç çeşit bitkisel yağ ve karbonat aldım. Ürünleri, döküntü biriktirme özelliğim sayesinde atmayıp biriktirmiş olduğum krem kutularında yapıverdim. Ordan al oraya koy gerekmedi.

Tarifler, çok kolay.

El yüz kremi:
1 ölçek hindistan cevizi yağı
1 ölçek balmumu
birkaç damla kokulu yağ (dezenfektan özelliğinden dolayı çay ağacı yağı ve tatlı badem yağı kullandım).

Bunları karıştırıp, sıcak suda bekletince hindistan cevizi yağı ve balmumu eriyiverdi, iyice birbirine geçtiler. Donmadan da yağı damlattım. Donması da uzun sürmedi zaten.

Balmumlarında genelde tarımsal ilaç bulunuyormuş. Benim de balmumunu önüme gelen ilk aktardan aldığım düşünülürse, doğal olma ihtimali düşük. O yüzden sadece ellerimde kullanıyorum şimdilik, soğuktan çatlamış elleri iyi geliyor. Başta biraz yağ hissi oluyor ama hemen sonra geçiyor. Balmumu yerine başka alternatifler bulmak lazım. Belki fikri olan vardır.


Dudak kremi: 
Üstteki yazdığım krem daha donmadan biraz ayırıp, içine tarçin ekleyip dudak kremi yaptım.

Dudağa sürünce, siyah tarçınlar kaldığından, kendisini pek tutmadım. Ama hiç birşey katılmadan da kullanılabilir, parlatıcı nemlendirici niyetine.


Diş macunu:
1 tatlı kaşığı hindistan cevizi yağı
eriyik yağın aldığı kadar karbonat
koku verici bitki yağı (nane yağı en güzeli olur muhtemelen ama ben de o olmadığı için, yine dezenfektan özelliğinden dolayı, çay ağacı yağı kullandım).

Ev yapımı dış macunu, alışkın olduğumuz dış macunu gibi köpürmüyor. Öyle olunca alışması biraz zor. Ama en az günde bir sefer kendi yaptığım dış macununu kullanıyorum. Tadı biraz tuzlu sadece, herhalde karbonattan kaynaklı. Ancak, sislerimin temizlendiğini hissediyorum. Benim dişlerimde çok tartar olur, belki ona iyi gelir diye umutlanıyorum. Bakalım uzun vadede etkisi nasıl olacak.

Koltuk altı deodorantı:
Uzunca bir süredir koltuk altı roll-on deodorantlardan kullanmıyorum. Çünkü farkettim ki, bunların oluşan ter kokusuna hiçbir faydası olmuyor. Aksine, bence daha da garip bir kokuya neden oluyorlar. Son zamanlarda da, terimin eskisine göre daha fazla koktuğunu düşündüğümden, farklı bişeyler deneme arayışına girdim. Bir yerde, direkt limon sürmenin işe yarayacağını okuyunca ve en kolayı evdeki limondan birkaç damla elime sıkıp koltuk altıma sürmek olduğundan, ilk bunu denedim. Ve sonuç koku olmaması yönünde çok net bir etkiydi. Yazdan beri düzenli olarak limon kullanıyorum. Ama yolculuk ederken felan, yanında limon taşıyamayabilir insan. Başka bir çözüm de, karbonatlı nişastalı bir karışım. Onu da deneyim dedim.

1 tatlı kaşığı mısır nişastası (artik nisastasiz yapiyorum)
1.5 tatlı kaşığı hindistan cevizi yağı
1 tatlı kaşığı karbonat
1 çay kaşığı bitki yağı

Yine malzemelerin hepsi sıcak suda eriyiveriyor. Güzelce karıştırınca doğal deodorant hazır. Nişastadan dolayı diş macununa göre daha kıvamlı, daha kolay sürülebilir oldu. Ben bundan da memnunum, her türlü hazır ürüne göre başarılı. Ama bence limon daha etkili. Aslında, kişiden kişiye göre değişiyor, ikisini de deneyen arkadaşlarımda karbonat karışımı daha çok işe yaramış.

İlk aşamada ölçüleri deneme amaçlı küçük tutmak mantıklı. Zaten az bir miktar bile, bayağı idare ediyor.

Deneyin, bi denemeden bişey olmaz :)

2016 Aralik, Gülşah

Thursday 3 March 2016

Brno, Çek Cumhuriyeti

Brno, Prag`a giderken içinden geçtiğimiz ve bu sayede çok ufaktan tanıdığımız ve merak ettiğimiz bir Çek şehri. Zaten orada yaşamaya başladığından beri arkadaşımız Barış`ı ziyaret etmeyi istiyorduk. Ha bu hafta ha bi sonraki hafta derken geçtiğimiz Kasım ayında Student Agency`den otobüs biletlerimizi aldık. Cumartesi sabahı son dakika yetişmeyi başardığımız otobüsümüze yerleştik, iki saatten kısa süren bir yolculuğun sonunda Brno`ya vardık. Barış bizi karşıladı, eşyalarımızı Barış`ın evine bıraktıktan sonra şehirde dolanmaya başladık. Brno`nun da use-it haritası var (use-it dedik ya). 

Brno bir öğrenci şehriymiş. Üniversite tatilleri zamanında boşalır, üniversite başlayınca tekrar dolarmış. Bir şehir öğrenci şehri olunca bir sürü artı noktayı beraberinde getiriyor. Şehir küçük olmasına rağmen mekan sayısı oldukça fazla oluyor ve şehir geç saatlere de bile hareketliliğini yitirmiyor. Brno`da biraz böyle bir şehir gibi geldi bana. Öncelikle meydandayız.






Noel zamanı çoğu Avrupa şehri gibi burası da cıvıl cıvıl olmuş. Noel marketi geleneği burda da var. Marketler kurulmuş, yemek kazanları kaynıyor, sıcak şaraplar ve punç`lar servis ediliyor. Herkes bir şekil ısınmaya çalışıyor, nitekim hava oldukça soğuk.



Biz de punch`larımızı alıp yudum yudum ısınmaya çalışıyoruz ama içeceklerimiz bizi pek ısıtamadan kendileri soğuyor bile..



Meydanda `cock clock` denen bir metal bir saat var. Çek`ler saat yerine başka isimler takmışlar tabi ki bu garip cisme, benzettiklerinden esinlenerek, `dildo` ya da `roket` gibi mesela :) Bu `şey` bir nevi saat ama değişik bir saat. Öyle bildiğin saati göstermiyor, ama saat 11`de çanlarla müzik yapıp, içinde bayrak olan bir top çıkartıyormuş. Ama biz görmedik ne yaptığını. 2005 yılında şehrin 1645`teki İsveç kuşatmasından kurtulmasının anısına sehrin meydanına yerleştirilmiş. Efsane şöyleymiş; İsveç komutanı `eğer şehir öğlen 12`ye kadar teslim olmazsa, kuşatmayı durduracağını ve geri döneceğine` dair söz etmiş. Bunun üzerine de, Brno halkı öğle saati canlarını bir saat önce çalarak, komutanı ve İsveç ordusunu kandırmayı başarmış ve şehri kuşatmadan kurtarmışlar.



Noel marketlerindeki standlarda türlü çeşit rengarenk el yapımı eşya satılıyor. Hepsi ilgi çekici ve al benili. Noel ağacı süslemeleri:



Porselenler, kupalar..



Demir işçiliğinin geldiği son nokta, demirden puzzle`lar.



Küpeler benim favorim.



Biblolar



Brno`da sağda solda hep ökseotu gördük. Avusturya`da ökse otunu Noel zamanında çok görmedim ama burada Noel zamanında oldukça önem verilen bir figür anladığım kadarıyla. Ökse otunu nerede görsem dikkatimi çeker zaten, tabi bu durum daha çok doğada bitkilerin üzerinde asalak yaşayan ökse otu bitkilerini görünce olur, ben de genelde `aa ökse otu, vay asalak vay` diye bir tepki veririm. Ökse otu üstünde yaşadığı bitkinin suyunu ve besinini kullanarak parazitik bir yaşam sürer, zamanla da ev sahibini öldürür. Gerçi son zamanlardaki araştırmalarda, ökse otu varlığının o ekosistemdeki çeşitliliği arttırdığına dair veriler elde edilmiş. Ökse otu, her ne hikmetse, Batı kültürlerinde eskiden beri doğurganlığı ve dayanışmayı sembolize ediyormuş. Filmlerden biliyoruz, Noel zamanında çiftlerin ökse otunun altında öpüşmemesinin kötü şans getirdiğine inanılırmış. Hatta bir rivayete göre, çiftler her öpücükle ökse otunun üstünden bir meyve koparmalı ve meyveler bitene kadar da öpüşmeliymiş :D Bu bilgileri de kenara not düşerek, rengarenk boyanmış ve doğal halleriyle türlü ökse otları:



Avusturyalıların `weihnachtskranz` dedikleri bitkilerden taçlar ve başka bir standta tahtadan oyuncaklar.. 



Tahta oyuncakların dansı



Herşeye heves edip birşey almamayı başarmanın verdiği gururla St. Peter ve Paul katedralinin olduğu tepeliğe tırmandık. Güneş batıyor, ortalık alaca karanlık. Katedral oldukça gotik, yani benim gotik`ten anladığım haliyle, bir anda vampir yarasalar çıkacakmış gibi korkutucu bir havası var :)



Katedral bahçesindeyiz, her yer haç.



Bi de kuşlar. Gün kavuşurken ne de güzel ötüyorlar.



Akşam yemeği için Barış bizi `charlie`s square` diye bir restoran-pub`a götürdü. Çek mutfağını Avusturya mutfağına benziyor, et ve hamur ağırlıklı. Bu bölgede oldukça meşhur olan domuz bileği denedik ilk defa. Porsiyonların büyüklüğünü tahmin edip ona göre sipariş edemediğimizden çok fazla geliyor gelenler, yani çatlayana patlayana kadar yidik.




İkinci gün kahvaltıdan sonra yürüye yürüye kaleye çıktık. Brno`nun yolları çok geniş.




Kaleye tırmanırken, Roma`nın kuruluşuyla ilgili olan efsaneyi tasvir eden insan bebeklerini besleyen dişi kurt heykeline denk gelip, şaşırdık.



Kalenin manzarası biz yükseldikçe güzelleşti. Hava da güzel olunca fotoğrafları çeki çekiverdik.




Kaleye çıkan merdivenler




Kalenin iç avlusunda derince bir kuyu ve birbirine bağlanmış canlar var.



Bu can grubu, 1990 yılında yapılıp buraya yerleştirilen 16 kilo ile 220 kilo arasında değişen 15 adet candan oluşuyormuş.



Kalenin en tepesinden bolca manzara ile günü bitirip, biraz ısınmak, bişeyler atıştırmak ve son bir Çek birası içmek için merkeze uğradık.




Barış`a herşey için teşekkür edip, en yakın zamanda görüşmek üzere sözleşerek veda ettik ve otobüsümüze binerek evin yolunu tuttuk.

2015 Kasım, Gülşah & Güven & Barış

Wednesday 2 March 2016

Belçika günlükleri II- Bruge & Ostende & Ghent



7 Haziran 2015 Pazar sabahı bir kaç gündür beraber olduğumuz Güneş`in Leuven`deki evinden çıkabildiğimiz kadar erken çıktık (Leuven-Brüksel yazısı burada). Planımız bir günde gezebildiğimiz kadar Belçika şehri gezmek :) Özellikle hedeflediğimiz şehirler tarihi `Bruges` ve Kuzey denizine açılan `Ostende`. Belçika`nın tren yolları sistemi bayağı gelişmiş olduğundan ve çoğu Avrupa ülkesi gibi küçük bir ülke olduğundan trenle ulaşım çok yaygın ve diğer ulaşım yollarına göre uygun. Biz 10 basmalık hafta sonu bileti aldığımızdan ulaşım fiyat olarak oldukça uyguna geldi. Günün sonunda ziyaret ettiğimiz şehirleri haritada şöyle işaretledim:



Bizim gideceğimiz yönlere devamlı tren var. İlk istikametimiz Bruges şehri. Trende güzelce kahvaltımızı yaptık.



BRUGES:
Bruges Ortaçağ`dan günümüze ışınlanmış ama yolda bolca turistle doldurulmuş haliyle karşımızda. Bruge şehrinin de Brüksel gibi use-it rehber-haritası mevcut. Buradan ulaşılabilir. 


 


Aşağıda solda Bruges bostanı, sağda da en güzel balkonlar listeme üst sıralardan giriş yapan, kanalın resmen içindeki ev.. En güzel balkonlar için buraya.



Şehrin Ortaçağ mimarisi etrafta yüzlerce turist tarafından çevrilenmis olmasak bizi alıp Orta Çağ`a götürdü götürecek.



Bruges da Amsterdam gibi bir kanal şehri. Bruges`tan bolca kanal manzaraları.





Kanallarda turlayan turistler.




Saygıdeğer atlar..



Güven`in panoramik denemeleri. Bence oldukça başarılılar.









Son olarak, Bruges`dan alkolizm temalı özlü sözler :D




OSTENDE:
Ostende`deye doğru yola koyulduk. Tren yolculuğu keyifli, iki katlı trenin üst katına yerleştik, tıngır mıngır yol alıyoruz. Tren yolculuğundan yapmamızdan ötürü ekstra bi mest olmuş Güven`in keyfine diyecek yok :) 




Ostende`de bizi ilk kurutulmuş balıklar karşıladı, bi de bisiklet ordusu.




Sahil kenarındaki küçük dükkanlardan aldığımız çiğ balıkları martıların gazabından korunmaya çalışarak (gerçekten korkunçlardı valla) mideye indirdikten sonra uzun sahile doğru yürüdük. Önümüzde olabildiğince geniş Kuzey denizi kumsalı ve ucundan görebildiğimiz devasa kumdan kaleler. Manzarayı ve temiz havayı bolca içimize çektik.



Aramızda `bu kadar Kuzey denizine kadar geldik, hayatta denize girmeden gitmem` diyen bir tek Güven oldu, esen soğuk rüzgara aldırış etmeden mayosunu giydi ve kahramanlar gibi kendini Kuzey denizinin soğuk sularına attı. Biz de -Güneş`in deyimiyle- miskinler olarak göbeğimiz üstüne yattık. Güven de 2 dakikaya çıktı sudan zaten :)



Kumsala serildik hep beraber, kumlar yumuşacık, güneşle biraz olsun ısınarak uyuduk, dinlendik. Erkan`ın dönüş vakti yaklaştığından, yavaştan toparlandık ve şehrin iç tarafındaki değişik mimarı yapıları geze geze tren istasyonuna vardık. Erkan`la beraber trene bindik, trende en yakın zamanda buluşmak üzere vedalaştık, o Hollanda`ya devam etti, biz de rotamızı son hedefimiz olan Ghent`e çevirdik.



GHENT:
Benzer mimarisiyle Ghent.



İlgimizi çeken kaşık çataldan yapılmış Ghent kuşu.



Ghent`te Güneş bizi adı `Dreupelkot` olan küçücük bir bara götürdü (http://www.dreupelkot.be/). Burada Belçika-Hollanda bölgesine özgü geleneksel ama hala çok tutulan bir likör tipi olan genever`in her türlüsünü bulduk. Genever`in klasik versiyonu ardıç aromalı oluyormuş ama biz burada iki sayfalık menüde onlarca farklı aromalı genever`e maruz kaldik. Geleneğe uyduk, barda minik cam bardaklara doldurulan rengarenk içkileri yerlerinden kaldırmadan birer fırt aldık sonra masalarımıza götürdük. Değişik aromalardan deneye deneye birkaç tur içivermişiz. `Ağzımızın tadı gitmesin öylece kalsın` diye hayal kurarak Leuven`e döndük.



Sonraki gün, bir sonraki Belçika ziyaretimizde ya da Güneş`in bir sonraki Viyana ziyaretinde ya da daha başka bir yerlerde görüşmek üzere sözleştik. Herşey için çok teşekkür ederek Güneş`e veda ettik ve havaalanına yollandık.

2015 Haziran, Gülşah & Güven & Güneş & Erkan